4 Mayıs 2019 Cumartesi

Tüm kadınların öyküsü: The Handmaid's Tale



The Handmaid’s Tale, yani dilimize tercüme edilmiş haliyle Damızlık Kızın Öyküsü Margaret Atwood’un aynı adlı romanından uyarlanmış bir televizyon dizisi. Dizi, ilk kez Golden Globe’daki adaylıkları ve ödülleri ile adını bana duyurmuş ve dikkatimi çekmişti. Keza aday olduğu en iyi televizyon dizisi ve en iyi kadın oyuncu dallarında kazandığı ödüller hiç de azımsanacak gibi değildi. Küçük çaplı araştırmalarım sonucunda dizinin konusunun yıllardır ilgilendiğim bir konu olan kadın erkek eşitsizliği temelli bir distopya olduğunu öğrendiğimde izlemek için şimdiden çok fazla sebebim vardı. Dilerseniz dizi hakkındaki ayrıntılara yavaş yavaş geçelim.

  The handmaid’s tale, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan insanların bir anda sistemin değiştirilmesi ile hayatlarının alt üst olması ve akabinde gelişen olayları mercek altına alıyor. Distopyaya göre dünya nüfusu toptan büyük doğurganlık krizine kapılıyor ve yalnızca çok az kadın hamile kalıp çocuk doğurabiliyor. Hatta doğan birçok çocuk uzun süre hayatta kalamıyor. Bunun sebebi ise doğaya verilen zararlar nedeniyle artık kadınların yeterince uygun koşullarda yaşayamaması ve bebeklerin yeterince sağlıklı ortamda gelişip büyüyememesine bağlanıyor.

Baş karakter Offred (gerçek adı ile June) bu sistemde doğurganlık yeteneğine sahip olan şanssız kişilerden birisi. Bir anda eşinden ve kızından koparılan Offred gözlerini yepyeni bir sistemle yönetilen dünyaya açıyor: Kadınların keskin bir şekilde ikiye ayrıldığı Gilead’a. Burada doğurabilen ve doğuramayan kadınlar da kendi içlerinde bölünüyorlar elbette. Doğurabilen kadınlar damızlık olmak üzere sıkı ve hatta gerekirse şiddete başvurularak gerçekleştirilen bir eğitimden geçip yegane görevleri olan çocuk doğurmak için zorlanıyorlar. Elbette böyle bir distopyada damızlıkların kast sisteminde yerleri hiç de üst sıralarda değil. Önceden varlıklı olan insanlar yeni düzende de oldukça önemli ve değerli haldeler ve eşleri doğum yapamadığından ötürü bu damızlıkları kendilerine çocuk vermeleri için adeta kiralama hakkına sahipler. Kurdukları bu yeni diktatör rejimi halka tamamen entegre edebilmelerinin en kolay yolunu seçiyorlar elbette: Din. Yaptıkları tüm iğrençlikleri din adı altına toplayarak meşrulaştırıyorlar. Damızlık kadınlar her varlıklı aileye bir çocuk verdiğinde o evden ayrılarak başka bir varlıklı aileye çocuk vermek üzere yola çıkıyor. Bu da benim epey sinirlerimle oynuyor!

Damızlık kadınların isimleri, barındıkları hanelerin kumandanlarının isimlerinin önüne -off getirilmesi ile konuluyor. Offred’in damızlık olarak geldiği yeni ev sahipleri Fred ve Serena Waterford’u, başta sistemde kendilerine epey önemli bir yerden koltuk ayırtan asil insanlar olarak görüyoruz. Damızlık kadınların hamile kalabilmesi için, her ay kadının doğurganlığının en yüksek olduğu zamanlarda ilişkiye hazır hale getirilmesi planlanıyor. İşin en iğrenç kısmı ise işte burada başlıyor. Apaçık tecavüz olan bu durum sanki bir ritüelmiş gibi gerçekleştiriliyor. Kumandanın eşi yatağa bacaklarını açarak oturuyor, damızlık onun bacaklarına uzanıyor ve kumandan eşinin gözlerine bakarak damızlığa tecavüz ediyor…

İzlemesi ve sindirmesi epey sabır isteyen bir dizi olduğu aşikar. Fakat işler bu haliyle kalmıyor elbette. Bu yalnızca dizinin konusuna ve birinci bölümüne genel bir bakış. Spoilersız bir yorum. Dizinin geri kalanında Offred’in Waterford’larla yaşadığı olaylar, evin şoförü (ben ona Beşir diyorum) Nick, hizmetli kadınlar, diğer damızlıklar ile ilgili olayları içeriyor. Kesinlikle bir şans verilmesi gereken, insanın gerçekten içini feci derecede sıkan ve üst üste izlenmemesini önerdiğim bu dizi, her kadının hayatının belli bir döneminde yaşadığı korkunç şeylerin distopyalaştırılmış hali yalnızca. Çünkü dizi belki gerçek olmayan temelli bir kurguya sahipmiş gibi görünse de, aslında yaşanan birçok şey gerçek hayatta sık sık karşılaştığımız ve hatta fark etmeden kanıksadığımız şeyler. Kendi sistemimizin birer parçası. İzlerken tokat etkisi bırakmasının ve karakterler ile bu kadar bağdaşmamızın nedeninin bu olduğunu düşünüyorum.

Diğer bir etken ise kesinlikle oyuncuların mükemmel bir iş çıkarması. Özellikle bu konuda Elisabeth Moss tek başına dev bir kadro olmuş kanımca. Olağanüstü bir oyunculuk yeteneğine sahip olduğunu, gerek yakın gerek uzak çekimlerde bize hayli hayli hissettiriyor. Mimikleri ile bin bir hissiyatı bize sanki açık bir kitapmış gibi okutuyor. Tabii ki Yvonne Strahovski, Alexis Bledel, Ann Dowd, Samira Wiley, Madeline Brewer gibi kadın oyuncular da rollerini gerçekten çok güzel yansıtmışlar. Feminist bir distopya dizisinde kadın oyuncuların başarılarının göz doldurması ise ayrı bir güzel olmuş.

Dizinin yayınlanmış iki sezonu ve toplamda 23 bölümü bulunmakta. Yeni sezon tarihi ise 5 Haziran 2019 olarak açıklandı. Benim tavsiyem, 5 Haziran’a kadar ilk iki sezonu izleyin ve hep beraber 3. Sezonda neler olacağını görelim.
Son olarak: Blessed day!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder