Yoltaşı Hanı
5 Ağustos 2023 Cumartesi
Her Şey Olacağına Varır: From Dizi İncelemesi
11 Kasım 2022 Cuma
Stephen King Okuma Rehberi
Herkese merhaba!
Kasım ayı King ayıdır diye bir giriş yapmak isterdim fakat King severler bilir ki King okumanın zamanı yoktur. Hatta okunan diğer kitaplar birer 'King arasıdır'. Bu sebeple, her ay olduğu gibi Kasım ayı da King ayıdır diyerek giriş yapayım.
Bloğa vakit buldukça -ve canım istedikçe- giriş yaptığım için okulların bir haftalık ara tatilini fırsat bilerek kendimi bilgisayarın başına oturttum, işte buradayım. Sizlere en sevdiğim iki yazardan biri olan Stephen King'in okuma rehberini oluşturmak üzere: Fakat öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu liste yalnızca okuduğum kitaplar üzerinden ilerleyecek. Elbette ustanın okumadığım daha pek çok kitabı bulunuyor, elimden geldiğince de yavaş okumaya çalışıyorum hepsini tüketmemek için. Neyse ki hatrı sayılır ölçüde kitabını okudum ve bu rehber niteliğinde yazıyı oluşturabiliyorum.
Eğer hazırsanız, King kitaplarını türlerine göre ayırarak, bir bir tanıtmaya başlayalım!
Stephen King bir korku yazarı diye duydum, bir korku tutkunu olarak korku türünde kitaplarını okumak istiyorum:
Diyenlerdensiniz öncelikle yanıldığınızı söyleyerek başlayalım. Kendisinin adını korku/gerilim kitapları ile duyurduğu doğru elbette fakat King çok yönlü bir yazar. Hatta senarist. Korku haricinde suç, bilim kurgu, dram, aşk ve hatta masal türünde dahi kitapları bulunuyor kendisinin. Fakat elinden çıkan korku/gerilim türünde bulunan kitapların pek çoğu oldukça başarılı. Bunlardan en iyilerini sizlere kısaca tanıtayım:
O (It)
Adını duymayanınız yoktur. Çirkin makyajıyla Pennywise'ı film uyarlamalarının birinde görmediyseniz bile mutlaka fotoğrafına rastlamışsınızdır. O, King'in en başarılı korku kitaplarından biri. Tam metni yaklaşık 1200 sayfa olan bu kitap iki farklı dönem arasında gidip gelerek bizlere baş karakterlerin belalı palyaço Pennywise ile olan savaşını aktarıyor.
Karakter işlenişi oldukça ayrıntılı ve sağlam olan bu kitap, beş farklı karakterin bir çocukluk dönemi; bir de yetişkin hallerini okumamızı sağlıyor. Derry kasabasında her 27 yılda bir uyanan kabus palyaço ile neredeyse hayatları boyunca mücadele ediyorlar diyebiliriz. Okurken her bir karakteri sanki yakın arkadaşınızmış gibi tanıyacak, hatta kitap bittiğinde onları özleyeceksiniz. Garanti veririm.
Not: Sahaf piyasasında bulunan kısaltılmış halini okumanızı tavsiye etmem. Kitaptan aldığınız zevkin içine edecektir.
Medyum (The Shining)
Ne yalan söyleyeyim herkes gibi Medyum'un ilk uyarlamasını izleyenlerden biriyim. Stenley Kubrick'in eşsiz uyarlaması ile tüm zamanların en iyi korku/gerilim filmlerinden biri olarak gösterilen The Shining'in kitabı da en az filmi kadar sağlam. Tabii önce filmini izleyip sonra kitabını okumanın avantajlı bir yanı var: Jack Nicholson'ı kafanızda canlandırarak okumak ayrı bir keyifli!
Medyum, bir yazarın (King'in yazar karakterleri sıkça kullanma gibi bir alışkanlığı vardır) aldığı iş teklifi ile başlıyor. Kış mevsiminde müşterilerin terk ettiği Overlook oteli'nin yeni sezon açılışına kadar bekçiliğini yapmak. Hal böyle olunca karısını ve tek çocuğunu alarak bu otele geliyor ve olaylar yavaş yavaş başlıyor. Kitap hakkında çok bir şey söylemeye gerek yok, eğer Medyum'u okuıyacaksanız mutlaka filmini de izlemişsinizdir ve hakimsinizdir zaten. İşin güzel yanı, kitapta karakterin düşüncelerine tamamen hakim olabilmek. Ayrıca Jack Torrance adlı baş karakterin oğlu olan Danny Torrance'i de tanıma fırsatınız olacak. Çünkü Medyum tek bir kitap değil; Danny'i merkeze aldığı Doktor Uyku (Doctor Sleep) adlı bir devam kitabı bulunuyor.
Hayvan Mezarlığı (Pet Sematary)
Hayvan Mezarlığı, yine King'in en bilinen ve sevilen korku kitaplarından biri. Belki diğer iki kitap yerine, eğer King'e ilk defa başlangıç yapacaksanız bu kitabı seçebilirsiniz. Okunması çok daha kolay ve sürükleyiciliği yüksek olan bu kitap hem sizi King'in diline kolayca alıştıracak; hem de sayfaları ardı ardına çevirmeden duramayacaksınız.
Hayvan Mezarlığı, iki çocuklu ve mutlu bir ailenin yeni bir eve taşınmasıyla başlıyor. Durun, hemen notunuzu vermeyin, lanetli ev teması değil. Ayrıca King bu arkadaşlar, en klişe fikirleri bile olağanüstü hayal gücü ile orijinal hale getirebilir. Her neyse, burada lanetli olan şey ev değil: bir mezarlık. Fakat yine durun, bu mezarlık bir hayvan mezarlığı. Yani gerçekten evin arkasında bulunan bir arazi var ve bu araziye ölen hayvanlar gömülmüş. İki çocuğun kedisi ölünce de, eh, madem burada bir hayvan mezarlığı var o zaman kedimizi oraya gömelim diyorlar ve o saatten sonra olanlar oluyor.
Baştan uyarayım, kitap çok çarpıcı olayları karşınıza çıkarabiliyor. Yani ummadığınız şekilde sizi üzebilecek hadiseler okuyabilirsiniz. Benden söylemesi.
King'in diğer korku kitaplarını ise aşağıya sıraladım. Sıralamanın kesinlikle bir önemi vardır, yani en iyiden daha az iyiye doğru gideceksiniz. Elbette kötüye değil, King'in kötü kitabı olamaz.
-Hayatı Emen Karanlık (The Dark Half)
-Ruhlar Dükkanı (Needful Things)
-Christine
-Cep (The Cell)
-Göz (Carrie)
-Falcı (Thinner)
Stephen King'in daha çok gerilim/psikolojik gerilim kitaplarını merak ediyorum:
Diyorsanız bu tarafa doğru gelmenize sevindim. Çünkü bence en başarılı kitaplarına özellikle burada imza atmış usta.
Sadist (Misery)
Yahu ne kitaptı be! King'in en başarılı kitaplarından ön sıralarda bulunmakla birlikte, okurken sizi tırnak yedirtecek dozda bir gerilime maruz bıraktığını söyleyerek başlayayım tanıtmaya. Bu kitapta gerilim unsuru kesinlikle doğaüstü bir şey değil. Hatta başından sonuna kadar doğaüstü hiçbir şey olmuyor kitapta. Daha çok yaşanılan durumlar ve özellikle kafayı yemiş karakter Annie'ye maruz kalmak başlı başına yeterli inanın bana.
Kitap, çok başarılı bir yazar olan (evet size demiştim) Paul Sheldon'ın büyük bir kaza geçirmesiyle başlıyor. Ne hikmetse kendisini o halde bulan ve evine getiren Annie ise kitap serisinin en büyük hayranı. Yaralı adamı hastaneye götürmek yerine, neden evine getirdiğini merak eder gibisiniz. İşte kitabın konusu da tam olarak bu. Daha fazla spoiler vermek yerine, kesinlikle okumanızı tavsiye ediyor ve devam ediyorum.
Oyun (Gerald's Game)
Psikolojik gerilimin zirvelerinden biri olan bu kitapla yıllar önce tanıştım. Bu kitapta da tıpkı Sadist kitabında olduğu gibi doğaüstü hiçbir güç bulunmamakta. Uzun yıllardır evli olan bir çift, birlikte baş başa vakit geçirip 'aşklarını tazelemek için' ufak bir tatile çıkmaya karar veriyor, kitap da böylece başlamış oluyor. Çiftin tatil için gittikleri yer, elbette etrafında kilometre kareler boyunca hiç bir insan evladının yaşamadığı bir bölge. Çift aşk tazeleme boyutunu biraz fazla abartınca, özellikle baş kadın karakter için korkunç gerilimli saatler başlamış oluyor. Özellikle klostrofobisi olan vatandaşlar için pek önermem. Yani ben klostrofobisi olan biri olarak kitabı okurken darala darala bir hal oldum. Fakat kitabın kalitesi? Tartışılmaz!
King'in öykü kitapları da oldukça fazlaymış. Ben öykü kitabı çok seviyorum, her telden öykünün bulunduğu şöyle güzel bir önerin var mı?:
Diyorsanız eh, size şöyle söyleyeyim. King'in öykü yazarlığı belki roman yazarlığı mahlasını geride bırakacak kadar başarılı. Öyle güzel hikayeleri bulunan kitapları var ki, hangi birini sığdıracağımı inanın bilmiyorum. Bu sebeple genele bakarak en beğendiğim birden fazla öykünün bulunduğu kitapları ele almaya çalışacağım.
Zifiri Karanlık, Yıldızsız Gece (Full Dark, No Stars)
En başarılı öykü kitabıdır bana göre. Uzun zamandır bu kitabı arıyor fakat bulamıyordum çünkü Altın Kitaplar asla tekrar baskı yapmamakta ısrarcı. Hal böyle olunca, sahaflardan fahiş fiyatlara temin etmek yerine kütüphaneden alıp okumaya karar verdim. Keşke elimin altında bir kopyası bulunsaydı da her istediğimde tekrar okuyabilseydim.
Kitap içerisinde 4 farklı öykü var. Adından da anlaşılacağı üzere bunların hepsi karanlık öyküler. Hatta King'den çok nadir gördüğüm bir karanlık barındırıyorlar. Şiddet olayları üst düzey olan öyküler bunlar. Kitabın en beğendiğim hikayesi Koca Şoför adlı hikaye oldu. Tecavüze uğrayan bir yazarın (iyice anladınız artık bence) neler yapabileceğini gösteren mükemmel ötesi bir hikayeydi. 1922'de son derece başarılı ve sürükleyici bir öyküydü. Netflix uyarlamasına bir bakayım dedim fakat bakmaz olaydım. Filmi izlemek yerine mutlaka öyküsünü okuyun. 1922 konu kurgu itibariyle yine yakın zamanda okuduğum Dolores Claiborne adlı kitaba çok benziyordu. Spoiler vermemek için pek ayrıntıya girmeyeceğim. Son hikaye ise İyi Bir Evlilik ve oldukça vurucu bir öyküydü. Eğer bulabilirseniz bu kitabı, okuduğunuza asla pişman olmayacaksınız.
Gece Yarısını Dört Geçe (Four Past Midnight)
Yine içerisinde dört farklı hikaye barındıran bir şaheser daha. Okumamın üzerinden epey zaman geçtiği için, hikaye isimlerinden yalnızca beni çok etkileyen iki tanesi kalmış aklımda. King'in şimdiye kadar okuduğum en başarılı hikayesi olan Umacılar bu kitapta yer aldığı için, kitabın yeri bende çok ayrı. Umacılar'ı size nasıl anlatsam, inanın bilmiyorum. Yani bir insan böyle bir kurguyu nasıl düşünür, her bir kasrakteri nasıl ince ince işler, hikayeyi adeta yaşatır akıl sır erdiremiyorum. Burada eklemek istediğim bir şey var: Netflix'in Into the Night adlı dizisi RESMEN Umacılar adlı hikayenin çok ama çok berbat bir çakması. Lütfen orijinal hikayeyi okuyun ve gerçek kalitenin tadına varın.
İkinci etkilendiğim hikaye ise Kütüphane Polisi oldu. Açıkçası etkilenmekten ziyade dehşete düştüm bu hikayeyi okuyunca. Özellikle sonradan öğrendiğim bir bilgi ile, çünkü bu hikayede yer alan bir çocuk tecavüzü varmış fakat zannediyorum Altın Kitaplar bu kısmı çıkarıp basmış kitabı. Yani, açıkçası çıkarmaları iyi olmuş fakat en azından not olarak bizlere iletilebilirdi diye düşünüyorum. Kitapta yer alan diğer hikayeler de oldukça başarılı bu arada. Direkt alıp hepsini okuyun derim.
Sis (Skeleton Crew)
Şimdi öncelikle ben bu kitabı sahaftan edindiğim için, kısaltılmış versiyonunu okudum. Yani içerisindeki bazı öyküler çıkarılmıştı. Ama açıkçası bundan dolayı pişman değilim çünkü geriye kalan hikayeleri ağzının tadını iyi bilen biri seçmiş belli ki. Her biri çok güzel hikayelerdi. İnanın ayrım yapamıyorum.
Sis adlı öykünün film uyarlamasını izlemiştim daha önce. Açıkçası uyarlaması oldukça güzel yapılmış çünkü öyküden aldığım tadı filminden de almıştım. Hatta filmin sonu, öyküye göre daha bile iyiydi diyebilirim. Raft, Maymun ve Yaşama Hırsı adlı öyküler ise birbirinden güzeldi açıkçası. Yine bu sene içerisinde okuyup çok beğendiğim kitaplardan biri oldu.
11/22/63
King'in yine ve yine en iyi kitaplar listesinde ön sıralarda yer alan bir diğer gerilim kitabı 11/22/63. Aslında bu kitaba direkt olarak gerilim demek, kitaba hakaret olur. Çünkü kitap gerilimin yanında suç, dram, bilim kurgu, tarih ve aşk temasını da barındırıyor. Yani anlayacağınız, tadından yenmiyor.
Kitap bir edebiyat öğretmeni olan baş karakterimizin, yalnızca tek bir güne zamanda yolculuk yapabilmesini sağlayan bir dolap bulmasıyla başlıyor. Yani aslında tamamen böyle başlamıyor ama kısaca kitap zamanda yolculuk temalı. Baş karakterimiz Jake, zamanda geçmişe giderek 1963 yılında bir suikaste kurban giden J. F. Kennedy'nin ölümünü engellemek üzere harekete geçiyor fakat elbette zamanda geriye gitmenin ciddi sonuçları var. Hem de tarih akışını değiştirmek sandığımız kadar kolay değil. Başından sonuna kadar bir şaheser, başyapıt olan bu kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Arka planda suikasti engellemek elbette oldukça önemli fakat kitap bundan çok çok daha fazlası. Özellikle Jake'in duyguları ile görevi arasında kalışını okumak insanı derinden etkiliyor. Size 3 King kitabı okutma hakkım olsaydı birini kesinlikle bu kitaptan yana kullanırdım.
Şiddetle tavsiyemdir.
9 Eylül 2022 Cuma
2022'nin son çeyreğinde yılın favorileri (kitap, film, dizi)
Herkese merhaba!
Yıl favorileri üzerine yazı yazmak için üç ay daha bekleyemeyeceğime karar verdim ve yılın başlangıcından bu yana favorilerim arasına girenleri kedi kaplı defterimden çıkararak (gerçekten kedi baskılı bir deftere not tutuyorum) sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bloğumu okuyan on kişiden biriyseniz, umarım şimdiye dek okumadığınız, izlemediğiniz veya dinlemediğiniz güzel öneriler ile tanıştırabilirim sizleri.
Sözü çok uzatmadan, kitaplarla başlayalım o halde.
Bu yılın okuduğum ilk kitabı, en sevdiğim yazar olan Brandon Sanderson'dan Savaşkıran (Warbreaker) oldu ve yıla favorilerim arasına giren bir kitap ile başlamış bulundum. Savaşkıran, Kozmer evreni'ne ait olan ve şimdilik tek kitaptan oluşan bir serinin ilk kitabı. (Kozmer evreni hakkında Bibliyoraf bloğuna yazdığım tanıtıcı yazıyı okumak isteyenler için linki yazının sonuna bırakacağım.)
Okumamın üzerinden epey zaman geçmesine rağmen hala düşündüğümde yüzümde tatlı bir gülümseme bırakan karakterleri ve her zamanki Sanderson olay örgüsüyle kesinlikle favori olmaya değer bir kitaptı. Özellikle Işıktını adlı tanrı karakteri o kadar fazla sevdim ki, tıpkı ergen yıllarımda olduğu gibi bir süre twitter hesap adımı bu karaktere uyarladım. Kitap konu itibariyle, birbirine düşman iki krallığı merkezine alıyor. Düşmanlığı sona erdirmek üzere yapılan bir evlilik anlaşması ile kitabın içine dalıyoruz fakat hayır, korkmayın, Sanderson bu, anlaşmalı evlilikten çok daha fazlası var bu kitapta ve pek de romantik havada geçtiği söylenemez. Tanrı kral, diğer tanrılar, insanlar, suikastçiler ve konuşan bir kılıç derken soluksuz bir maceraya çekileceğiniz bu kitap eğer epik fantastik seviyorsanız tam size göre.
Konuşan kılıç demişken, bu yıl favorilerim arasında aslında ilk sırada, Fırtınaışığı Arşivi'nin 3. kitabı olan Oathbringer bulunuyor fakat kendisine bir tanıtıcı yazı yazamayacağım kadar geniş bir evrene sahip olan bu kitaptan sadece kılıç üzerinden bahsetmek istiyorum. Savaşkıran'da ön planda olan, hatta direkt baş karakterlerden biri olan kılıcımız Nightblood, Oathbringer'da da karşımıza çıkıyor. Sanderson'ın Kozmer Evreni'ni birbirine böyle küçük detaylarla bağlamasına bayılan ben ise bahsi geçen sayfalarda mutluluktan ağlıyorum... Her neyse, eğer Sanderson Savaşkıran'ın ikinci kitabını yazacak olursa kitap ismini bu kılıçtan alacak. Nightblood, yani Gecekanı.
Kitap favorilerim içerisinde ikinci sırayı her daim kalbimin bir köşesini koruyacak olan Stephen King'e ayırdım. Bu yıl, King'ten tam dört tane kitap okudum: Hayatı Emen Karanlık, Kan Varsa, O ve Sis. Yılı kapatmadan mutlaka kendisine en az bir kitap ayıracağımı belirterek O'ya geliyorum. O'yu aslında yıllar önce sansürlü haliyle okumuştum. Epey kırpılmış bir versiyonu, bilen bilir. Hal böyle olunca, hem de kitabın atmosferini özleyince tam metin halini okumaya karar verdim ve iyi ki böyle bir karar vermişim. Bence kitabın konusunu anlatmaya gerek yok, pek çok kişinin bildiğini düşünüyorum. Bilmiyorsanız bile Pennywise'ın itici gülümsemesini illa ki bir yerlerde görmüşsünüzdür. Son olarak Sis adlı öykü kitabına da değinmek istiyorum çünkü King dede romanlarında olduğu kadar öykülerinde de çok başarılı biri bana göre. Şimdiye kadar pek çok öykü kitabını okumuş biri olarak Sis'e ayriyetten bayıldığımı söylemek isterim. Kulağınıza küpe yaptım.
2022 yılında okuduğum için kendime çok kızdığım bir diğer favorim ise Mary Shelley'nin Frankestein'ı oldu. Ben korku edebiyatının köpeği olmuş biri olarak Frankestein'ı şimdiye kadar hep bir kenara iteledim. Oysa fevkalade bir kitabı okumayı geciktirmişim sadece. Her neyse, bu kitabı sizlere önermeden önce şunu bilmenizi istiyorum: Frankestein bir korku kitabı değil. Bence ufak tefek gerilimleri dışında tamamen dram hatta. Dramdan öte, psikolojik bile denilebilir. Türünü tanımlayamıyorum fakat kitabı okurken resmen yaşadım. Karakterlerin acılarını hissettim, yapayalnız kalmış ve herkes tarafından nefret edilen bir yaratıkla empati kurdum. Ve yaygın bilinen bir yanlışın tersini öğrendim. Frankestein asıl canavarın adı değil dostlar, onu yaratan insanın adı. Ama ah, bir dakika, hangisi asıl canavar işte bu tartışılır. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.
2022 yılında başka neleri okumalısınız? İşte bunlar benim severek okuduklarım:
-Jean Christophe Grange/Sisle Gelen Yolcu
-Alice Oseman/Heartstopper Serisi
-Ali Hazelwood/Aşk Hipotezi
-Karin Boye/Kallekoin
-Marcus Aurelius/Kendime Düşünceler
Şimdi geldik filmlere. 2022 yılı, benim açımdan çok verimsiz bir film yılı oldu. Yılların sinefili olarak bu sene o kadar az film izlemişim ki, kendimden utanıyorum açıkçası. Neyse ki son bir iki ayda dişe dokunur birkaç film izleyebildim, 2023 yılına girerken bu açığı tamamen kapatmış olarak bloğa film önerisi yazısı yazmaya niyet ediyorum. Hadi inşallah.
The Handmaiden bu yıl izlediğim filmler arasında en beğendiğim filmlerden biri olarak listeye ilk sıradan giriş yapsın o halde. Aslında filmler arasında kesinlikle bir sıralama yok çünkü her birinin türü çok farklı fakat tarih sıralamasına göre gitmeye karar verdiğim için bu filmi de ilk sıraya koymuş bulundum. Şiir gibi bir Güney Kore filmi The Handmaiden. Bir arkadaş önerisi vasıtası ile izledim ve epey etkisinde kaldım. Filmde dolandırmak üzere bir kadının yanına çeşitli yollarla yanaşmaya çalışan iki kişiyi izliyoruz. Bunlardan biri zengin kadınla evlenmek isteyen bir adam, diğeri ise kadının hizmetçisi. Elbette konu kesinlikle bundan ibaret değil fakat daha fazlasını anlatmak tamamen spoiler olacaktır. Filmin ilerleyen dakikalarında her şey tepetaklak oluyor, yönetmen bize gördüğümüzden çok daha fazlası olduğunu adeta suratımıza tokat gibi çarpıyor. Senaryonun dışında görsellik, oyunculuklar ve replikler de şahaneydi. Kısacası tavsiyemdir.
3-Iron, yine Güney Kore yapımı eski bir film. Hayır, kesinlikle size Güney Kore seviciliği yapmıyorum fakat adamların gerçekten güzel bir sineması var arkadaşlar. En güzel ve bilinen örneklerini siz de izlediniz hatta, Oldboy, Parasite, belki bir ihtimal Memories of Murder... 3-Iron ilk başta afişiyle beni kendinden deli gibi itti, belirtmeden geçmeyeyim. Öyle bir afiş yapmışlar ki, sanarsınız filmin başından sonuna kadar Aşk-ı Memnu vari işler dönecek. Fakat alakası yoktu. Eşinden şiddet gören varlıklı bir kadınla, hiç varlığı olmayan bir adamın arasındaki sözsüz iletişimi ve aşkı izletiyor film size. Tıpkı The Handmaiden'a yaptığım gibi bu filme de şiir atıfını yapmak istiyorum. Keza neredeyse hiç konuşmadan bizleri duygudan duyguya sürükleyen bir filmi ancak böyle tarif edebilirdim. Lütfen afişine bakmayın ve izleme listenize alın bu filmi. Verdiğiniz şanstan dolayı pişman olmayacaksınız.
Get Out izlemek için geç kaldığım bir Jordan Peele filmiydi. Kendisi şu sıralar epey sükse yaptı, sinema ile ilgilenenleriniz varsa bilir. Get Out ile yaptığı çıkıştan sonra iki film daha çekti ve hatta son filmi Nope şu anda sinemalarda gösteriliyor. Ben Jordan Peele'in ilk Get Out filmini izledim açıkçası ve çok da sevdim. Oldum olası gerilim filmlerinden haz alan biri olarak gerilim filmlerine farklı bir bakış açısı yakalayan bu film gerek kurgusu, gerek oyunculukları, gerekse yönetmenliği ile oldukça güzel bir seyir zevki sunuyor. Favorim de favorim demiyorum film için fakat bu izlediğim diğer filmler arasında hatırı sayılır şekilde parlıyor. Filmin konusundan çok kısa bahsedeceğim çünkü sürpriz kaçırmak istemiyorum: Kız arkadaşının ailesiyle tanışmak üzere hiç bilmediği bir yere seyahat eden siyahi bir adamın başına gelenleri izliyoruz. Yönetmen ırkçılık temasını kafanıza vura vura işlemiş, bu konuda emin olabilirsiniz. Yönetmenin bir diğer filmi Us'ı da yakınlarda izledim ve önermiyorum. Bunu da eklemek istedim.
Son olarak uzuuunca zamandır izlemeyi ertelediğim Haneke filmi Funny Games (1997) ile bitirmek istiyorum filmlere ayırdığım kısmı. Haneke, ya çok sevilen ya da hiç sevilmeyen bir yönetmen. Kendisinin çok farklı bir tarzı var, insanın kötü yanlarına eğilmesiyle bilinir ve Hollywood sinemasını gömme yöntemleri de epey orijinaldir. Ben bu filmi izlemeyi neden erteledim? Çünkü HER YERDE en rahatsız edici filmlerden biri olduğu yazıyordu. Peki film rahatsız ediyor muydu? Evet. Hem de muhteşem bir şekilde. Keşke bu rahatsız edişin The Platform tarzı olmadığını falan da yazsalardı da, ben izlemek için bu kadar gecikmeseydim. Film ele aldığı şiddet konusunu mükemmel bir şekilde işliyor. Haneke, film içerisinde üçüncü duvarı sık sık yıkıyor ve seyirciye kendini sorgulatıyor. Bazen tüyleriniz diken diken oluyor. Uzun uzun izlediğiniz ve sıkılacağınız bazı sahneler bile ilgi çekici geliyor. Oyunculukların muazzamlığı da cabası. İzlemediğim diğer Haneke filmlerini hemen listeye aldım, 2022 sonunda belki onlara da yer ayırabilirim. Kesinlikle tavsiyemdir.
Dizilerden bahsetmek pek istemiyorum aslında çünkü dizilere özel olarak inceleme yazısı yazmayı daha çok seven biriyim. Bu sebeple bu sene izlediğim birkaç diziyi yazıp sadece House of the Dragon'dan bahsedeceğim.
Bu sene izleyip çok beğendiğim diziler:
-Invincible
-The Broadchurch
-Under the Banner of Heaven
-The Sandman
House of the Dragon'dan özellikle bahsetmek istememin sebebi ise iflah olmaz bir Taht Oyunları hayranı oluşum elbette. Gerek kitap serisi, gerek dizinin ilk 6 sezonu olsun defalarca ve defalarca kez hiç sıkılmadan başa alabilirim. Ki almışlığım vardır. GoT son iki sezonun fiyaskoluğundan sonra (7x1, Arya reis sahnesi hariç) House of the Dragon ilaç gibi geldi. Dizi, Martin dedenin Ateş ve Kan kitabının küçük bir bölümünden uyarlandı, bilmeyeniniz varsa. Ben Targaryen tarihini Nilüfer Baş videoları izleyerek öğrendim açıkçası ama HBO benim nezdimde büyük bir risk aldı ve bu riskin altından başarıyla kalktı. Yayınlanan ilk 3 bölümü ile çok beğendiğim bir dizi oldu. Umarım gelecek bölümler ve sezonlarda da aynı itina ve titizliği görebiliriz. HBO, GoT evrenine ait çekeceği spin-off'ları açıkladıkça heyecanımız da daha diri kalır. Özellikle Sea Snake'in spin-off'unu epey merak ediyorum bu dipnotu da düşeyim. Sezon bitiminde House of the Dragon'a ayrıntılı bir blog yazısı yazmak istiyorum. Umarım bu niyetim de boşa çıkmaz.
Yazıyı bitirirken, birkaç müzik önerisi de yapmak geldi içimden. Bu sebeple 2022 yılında en çok dinlediğim sanatçı olan Thomas Bergersen'dan bir albüm önerisi bırakıyorum aşağıya. Dilerim dinler ve beğenirsiniz.
Buraya kadar okuyan varsa, şimdiden teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.
23 Mayıs 2022 Pazartesi
Andrew Garfield'lı suç dizisi: Under the Banner of Heaven incelemesi
Herkese merhaba!
Uzun bir aradan sonra, daha aktif bir şekilde kullanmaya karar verdiğim bloğuma bu kez bir dizi incelemesi ile geldim. Bu yazıda, Jon Krakauer'ın aynı isimli romanından uyarlanmış 2022 yapımı taptaze dizi olan Under the Banner of Heaven'ı mercek altına alacağız.
Yıllardır oldum olası small town konulu dizileri çok seven biriyim, bu sebeple Under the Banner of Heaven'ın bana ilaç gibi geldiğini söyleyerek başlamak istiyorum yazıya. Dizi konu itibariyle, ABD'nin Utah eyaletinde bulunan bir kasabada, 1984 yılında işlenen bir cinayet olayıyla yapıyor açışılışını. Cinayet olayını araştıran iki dedektiften biri, hepimizin Spider Man olarak tanıdığı ve sevdiği Andrew Garfield tarafından canlandırılıyor. Dedektif Pyre (Andrew Garfield) evli ve iki çocuklu bir dedektif ve kendini yıllardır aldığı en büyük cinayet soruşturmalarının içinde bulduğunda, biz de dizinin içine adeta çekiliyoruz.
İlk başta, dokunaklı bir sahne ile Brenda Lafferty (Daisy Edgar-Jones) ve küçük bebeğinin kendi evlerinde öldürülmüş olduklarını öğreniyoruz. Başta her şey çok normal, tabii ki en büyük baş şüpheli Brenda'nın eşi Allen Lafferty yakalanıp polis merkezine götürülüyor. Bu sırada, soruşturmada yer alan ikinci dedektif ile tanışıyoruz: Gil Birmingham'ın canlandırdığı Dedektif Taba. Bu ikili, Allen Lafferty'i sorguya aldıklarında, dizinin çok daha yoğun ve ayrıntılı bir cinayet soruşturduğunu anlamaya başlıyoruz. Zira bu dini sebeplerle işlenmiş bir cinayet ve bugüne kadar pek fazla duymadığımız yerel bir din ile tanışıyoruz. Mormonluk.
Yazıya devam etmeden önce Mormonluk hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Eğer bu diziyi izleyecekseniz, bu bilgiler ile izlemeniz mutlaka en sağlıklısı olacaktır diye düşünüyorum. Mormonluk, esasen Hristiyanlığın altında bulunan mezheplerden bir tanesi olarak tanımlanabilir. Tamamen Amerika vatandaşlarının ortaya çıkarmış olduğu bir din. Mormonlar peygamberlerinin Joseph Smith ve tek gerçek kilisenin de Son Zaman Azizler Kilisesi'nin olduğuna inanıyorlar. Çok katı bir mezhebe sahipler, öyle ki, yaşamlarını tamamen inançlarına göre düzenlemişler ve kendileri için belirlenmiş bütün kurallara harfiyen uyuyorlar. Uymayanları ise cezalandırma hakkına sahip görüyorlar kendilerini. Bazıları ise tanrıyı duyabildiğine inanıyor. Tanrının seçtiği azizler olduklarını düşünüyorlar. Son olarak Mormonlar, çok eşli bir topluluk. Peygamberleri Joseph Smith'in 33 tane eşi olduğu biliniyor. Erkekler, istedikleri kadar kadınla evlenme hakkına sahip. Hatta en az 3 kadın ile evlenmeyenin cennete giremeyeceği düşünülüyor. Öte yandan bir kadın çok eşli olursa, cehennemde yanacak.
İşlenen cinayetin Mormonluk mezhebi ile doğrudan bir ilgisinin bulunduğuna yönelik ortaya çok ciddi kanıtlar çıkıyor. Bu sürede, Lafferty ailesinin köklerine iniş yapıyoruz. Brenda Lafferty ve bebeğinin cinayetinin, bir çeşit dini cezalandırma olma ihtimali oldukça büyük.
Allen ve Brenda Lafferty, bir kilisede tanışarak evlenme kararı alıyor. Allen Lafferty'nin ailesi, hayatlarını Mormonluğa adamış aşırı dinci bir aile. Hepsi azizler gibi yaşıyor ve tek amaçları dinlerini yaymak, korumak. Brenda ise modern bakış açısı ve kadın hakları savunucusu olarak ailenin tepkisini çekiyor. Özellikle ailenin erkek üyeleri tarafından kabul göremiyor. Burada, modern çağda dahi din tarafından kadının yerinin çok kesin çizgilerle çizildiğini net bir şekilde anlıyoruz. Kadınlar erkek işine karışamaz, kadınların tek görevi, erkeklerine hizmet etmek ve çocuk doğurmaktır. Çok fazla konuşan kadın, şeytan tarafından ele geçirilmiştir.
Hal böyle olunca, Brenda ve bebeğini öldürebilecek kişi listesi epey uzamaya başlıyor. Aynı zamanda, bir yandan Lafferty ailesinin ABD hükümeti'ne vergi ödememek üzere verdiği savaşı izliyoruz. Onlara göre tek gerçek kanun tanrının kanunu ve insanların kanunu tamamen saçmalıktan ibaret.
Dizi ilerledikçe, dinin toplum üzerindeki etkisini çok daha iyi anlamaya başlıyoruz. Her ne kadar gerçek suç dizisi olsa da, dizi daha çok dejenere olmuş bir toplumu gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Hatta başroldeki dedektifimiz olan Pyre dahil, katı bir mormon. Sürekli olarak iş ahlakı ve kendi inançları arasında gidip gelişini, bu süreçte yıpranışını sahne sahne izliyoruz. Doğru olan hangisi? İnançları mı? Yoksa inançlarının yol açtığı bu cinayetin ne kadar korkunç olduğu mu?
Dizi, toplamda 7 bölüm sürecek bir mini dizi. Hali hazırda 5. bölümü geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Her bölümle de devleştiği bir gerçek. Henüz sonu belli değil, fakat sonundan öte, süreci değerli olan bir dizi bana göre. Sinematografisiyle, oyunculuklarıya, yavaş yavaş yükselen bir temposu ve önemli mesajlarıyla favorim olma yolunda gidiyor. Umuyorum ki, her şeye rağmen adaletin yerini bulduğu bir dizi izliyoruz ve yine umuyorum ki en azından 21. yüzyılda böyle fanatik dini cinayetleri artık daha fazla görmeyiz.
Under the Banner of Heaven, benim tarafımdan gönül rahatlığı ile tavsiye edilir. Aşağıya diziden birkaç kare bırakıyorum. İzleme tercihi sizin. Aksiyonlu ve sürükleyici dizi severlerdenseniz pek size hitap etmiyor olabilir fakat az önce anlattığım her şey ilginizi çektiyse hiç durmayıp başlamanızı tavsiye ederim. Şimdiden keyifli seyirler dilerim. Hoşçakalın!
(Lafferty ailesi)
(Soldan sağa: Dan, Allen ve Samuel Lafferty)
(Brenda Lafferty)
18 Ağustos 2021 Çarşamba
Psikoloji/Gerilim/Gizem üçlüsü mü? Tam adresi: Alex Michaelides - Sessiz Hasta incelemesi
Herkese merhaba!
Bloğu kendi kendime kullanıyor olmama rağmen, buraya yazmak herhangi bir instablog kullanmaktan daha mutlu hissettirdiği için buraya favorilerimle daha sık gelmeye karar verdim. Hala blog yazıları yazmak aslında sanki geçmiş yüzyılda kalmış gibi görünüyor olsa da, tıpkı köstekli saat kullanmak gibi geliyor bana: Dijital geçmişe duyulan özlem.
Lafı dolandırmadan, yeni blog yazım için ilham kaynağım olan kitaba geçmek istiyorum. Sessiz Hasta'yı goodreads kullanıcısı olarak keşfettim ve her ne kadar çok fazla tanıtımını görmesem de benim gibi türün meraklılarının merceği altında olduğunu fark ettim. Bahsi geçen kitap oldukça yeni, öyle ki henüz çıkalı 2 yıl olmuş olmamış. Ben ise yılların psikolojik/gizem/gerilim okuyucularından olarak hızlıca bu kitabı edindim ve kısa bir sürede de bitirdim. Çünkü kitap o kadar akıcıydı ki, bir an önce olayların ardındaki asıl sır perdesinin aydınlanması için sayfaları nasıl çevirdiğimi anlayamadım. Zaten 300 sayfa olan kitabın son 200 sayfasını da tek oturuşta bitirdim. Yani anlayacağınız, karşınızda kurgusuyla sizi tam anlamıyla içine alan bir kitap var.
Konusu itibariyle Sessiz Hasta, bizi hasta bir zihnin peşine düşürüyor ve bir cinayeti aydınlatmaya çalışıyor. Kitabın iki ana karakterinden biri olan Alicia Berenson, günümüzden altı yıl önce bir gece 7 yıllık kocasını, yüzüne beş el ateş ederek öldürmekle suçlanıyor. Eve gelen polis ekipleri, Alicia'nın kocası Gabriel'i bir sandalyede bağlı ve ölü bir şekilde bulurken, Alicia'yı da cinayetin tek şüphelisi olarak tutukluyorlar fakat garip bir durum var: Alica konuşmayı reddediyor. Hatta Alicia öyle bir sessizliğe bürünmüş ki, ne mahkemede ne de daha sonrasında kapatıldığı akıl hastanesinde altı yıl boyunca asla konuşmuyor. Medya ilk başta bu cinayeti çok büyük lanse ediyor, Alicia'dan nefret edenler, onun gizemli sessizliğinin peşine düşenler derken, bir süre sonra bu suskunluk herkesin ilgisini kaybetmeye yetiyor, elbette bir kişi dışında. Psikoterapist Theo Faber.
Theo, terapisiyle birlikte Alicia'yı konuşturabileceğine inandığı için Alicia'nın kapatıldığı hastanede çalışmaya başlıyor. Ve olaylar buradan sonra müthiş bir merak unsuruyla çevrelenmeye başlıyor.
'O zamanlar bilmiyordum ama artık çok geçti. Babamı içselleştirmiş, benimsemiş ve bilinçaltımın derinliklerine gömmüştüm. Ne kadar uzağa kaçarsam kaçayım gittiğim her yere onu da götürüyordum. İçimde bir cehennem azabı, tamamen onun sesiyle çınlayan, susmak bilmeyen öfkeli bir koro, değersiz, utanç verici bir başarısızlık abidesi olduğumu haykırıyordu.'
Kitap boyunca tam manasıyla kimseye güvenemediğimi hissettim. Karşıma çıkan herkes benim için şüpheliydi ama kitabın esas olayı şüpheliden ziyade Alicia'nın neden sustuğu ve cinayetin neden işlendiğiydi. İşte tam burada, kitap beni oldukça şaşırtmayı başardı. İşin aslı, son 30 sayfaya kadar kitap hakkında olumlu düşünmeme rağmen çok da ilgi çekici bulmadığımı düşünüyordum fakat sonrasında ufak ufak verilen tüm ipuçları şahane bir şekilde bağlanarak kitabı benim için favori haline getiren kısım oldu. Ayrıca, burada bir dipnot geçmek istiyorum, Alicia karakteri bir ressamdı ve ressam kişiliği ile yaptığı resimler kurgunun birer parçasıydı. Yazar o resimleri ve Alicia'nın ressam kişiliğini o kadar güzel anlatmış ki, çok etkilendiğimi belirtmek istiyorum. Okuduğum satırlar gözümde canlandı, hatta Alicia'nın onları yaparken nasıl hissettiğini bile anladığımı fark ettim.
Kısa sözün özü, Sessiz Hasta türü içerisinde oldukça beğendiğim ve çevreme de önereceğim bir kitap oldu. Siz de sürpriz sonlu kitapları seviyorsanız, dahası bu kurgu üçlüsünden hoşlanıyorsanız muhtemelen seveceğiniz bir kitap olacaktır.
'Biliyorsun Theo, kabullenmesi en zor şeylerden biri, en çok ihtiyacımız olduğunda sevilmemiş olduğumuzdur.'
15 Temmuz 2021 Perşembe
Soğuk Savaş'ın kıyıda köşede kalmış hikayesi: Glenn Meade - Kar Kurdu incelemesi
Bugün son zamanlarda okuduğum ve etkisinden hala tam anlamıyla kurtulamadığım bir kitap yorumu ile, uzunca bir aradan sonra buradayım. Bu aranın ardından incelediğim ilk kitabın Kar Kurdu oluşu, beni bir miktar heyecanlandırıyor elbette fakat heyecanımın esas kaynağı yeni bir yazar keşfediyor oluşum; keza Glenn Meade'in kaleminden okuduğum ilk kitap oldu Kar Kurdu.
5 Mayıs 2019 Pazar
Siz hiç kendi kabuğunuzda sıkışmış hissettiniz mi?: Zeynep Kaçar - Kabuk incelemesi
"Dedim, kimse öldüremez beni bundan böyle. Ölümsüz oldum. Ben anne oldum."
Bugün sizlerle okuduktan sonra boğazımızda koca bir yumru bırakan kitaplardan biri olan Kabuk'u incelemek istedim. Kabuk'u okuyalı epey bir süre olsa da, blogumda yazmak istediğim ilk yazılardan birinin bu kitaba ayrılmasını istediğime karar verdim. Cebimde kalan son birkaç liramla bu kitabı aldığıma hiç pişman olmadığımı söyleyebilirim. Daha önce Zeynep Kaçar'ın hiçbir kitabını okumamış biri olarak, belki orda burda çok övüldüğünü görmesem kitabı almazdım da. Ama arka kapağı okuduğum an karar verdim. Ve iyi ki de aldım.
Kabuk, ilk bakışta üç farklı kadının görüş açısından bizlere farklı hayat kesitleri sunarak başlıyor. İlk başta anlamlandırmakta epey zorlanıyorsunuz haliyle. Çünkü bu birbirinden farklı üç kadının hayatları bir yerde birbirlerine bağlı. O kısmı kitabın spoiler kategorisine dahil olduğu için çok fazla ipucu bırakmak istemiyorum. İsimleri Sabiha, Sezin ve Füsun olan bu kadınların yaşadıkları ve yaşamaya devam ettikleri şeylerden bahsetmiş Zeynep Kaçar. Her birinin ilginç ve gerçekten acı dolu hayat hikayeleri var. Ama kitap elbette bu 3 temel taş üzerine kurulu gibi görünse de, kitabın aslında kilit taşı hikayenin sonunda gizli. Neyse, oraya daha sonra gelelim.
Sabiha, kocası tarafından aldatılıp terkedilen ve iki çocuğuyla ortada kalan bir kadın. Güzelliğe kafayı takmış durumda. Bir kız kardeşi var, çocuklarına göz kulak oluyor çünkü Sabiha bir terzi ve yoksulluk çektikleri evlerine katkı sağlayabilmek için durmadan çalışıyor. Fakat gözü ne çocuklarını görüyor, ne de evi.. Beni çok hüzünlendiren ikinci hikaye Sabiha'nın hikayesiydi. Onun hayata bakış açısını ve çaresizlik hissini, hayattan vazgeçişini öyle içselleştirdim ki okurken... Aslında yaşadığımız toplumun Sabiha gibi kadınlarla dolu olduğu bir tokat gibi çarptı yüzüne. Bu hikayedeki tüm kadınlar erkek mağduru, her şeyden önce ise toplum mağduru kadınlardı çünkü.
Sezin, bir eşi ve bir kızı olan, yaşadığı aşırı travmatik bir olay yüzünden hayatla bağlarını koparmış bir karakterdi. Hiçbir şekilde maddi sıkıntı çekmemelerine karşın yaptığı yemekleri sürekli birilerine dağıtması, hikayenin birleştiği kısımda beni aşırı hüzünlendirdi. Çünkü Sezin yemek yemeyi sevmiyordu ama durmadan yemek pişiriyordu. Onun kendi ile yüzleşmeleri, gördüğü gerçek dışı bazı sanrılar, tıpkı Sabiha gibi hayata sarıldığı ellerin kayıp gidiyor oluşu çok dramatikti. Bana göre kitabın en güçsüz karakteri Sabiha idi. Hikayenin gelişim sırasında onu asla affedemediğim bazı sahneler oldu. Ona üzüldüm ama aynı zamanda çok kızdım. Yine de, kitabın sonunda üzüntüm ağır bastı. Çünkü Sezin inanılmaz yaralı bir kadındı.
Füsun ise benim bu hikayede en ilgimi çeken karakter oldu. Hikayesini o kadar içselleştirdim ki, diğer karaktereri okurken bile Füsun gözünden okuduğumu hissettim. Füsun, teyzesi Saliha ile birlikte yaşarken birden bire çıkagelen Efsun ile birlikte yaşamaya başlayan ve zamanla onu ailesi haline getiren, aldığı aşırı kilolar yüzünden asla kendine güvenemeyen ve kendinden iğrenen bir kadın karakterdi. Efsun, ona elini her seferinde uzattığı gibi, kilolarını vermesine yardımcı olmak üzere ona destek olduktan sonra Füsun kendi değişimine başladı ve zamanla Efsun ile karakter bağları değişime uğramaya başladı. İşte benim için kitabın en üzücü kısımları belki de buralar oldu. Fazla detaya girip tat kaçıran spoiler vermek istemiyorum fakat Efsun'un acısını içimde hissettim.
Hikayenin sonu, en çarpıcı kısımdı. Gerek üç hayatın ilmek ilmek işlenip mükemmel bir düğümle bir araya getirilişi, gerek etkileyici cümleleri, çarpıcı sonu, gerçekliği ve sıradanlığı, aslında ne kadar da bizden oluşu, her kadının sesi oluşu inanılmaz güzeldi. İsminin hakkını veren bir kitap ve sondu. Ben inanılmaz beğendim ve okurken elimden bırakamadım. Öncelikle kadın arkadaşlarımın, daha sonra kadınlığa ve kadınların hikayelerine duyarlı tüm erkek arkadaşlarımın okumasını istediğim bir kitap oldu. Mutlaka okumalısınız.
"Bir erkeğin aşkı çok şaşırtıcıdır. Her zaman öyledir. Nedeni olmadığı gibi bir anlamı da yoktur. Sıradan bir kadına aşık olur ve kayıtsız şartsız kabul eder, o yeryüzünün en eşsiz varlığıdır. Eşsizliği tüm kadınlarla aynıdır. Oysa her kadın başka türlü bir derinlik, başka türlü bir kuyudur. Ve açını iyi ayarlamasını bilirsen her kadın kendi dünyasında çok katmanlıdır. Sırf bir dünya kurabildiği için. Bir dünya kurmayı bildiği için. Belki dünyayı küçücük bir avuca sığdırdığı ve o avucu erkeğin ellerine sakince bırakabildiği için."